LVİV 2

LVİV 2 LVİV 2

Sabah erkenden kalktık. Bir şehri keşfedeceksek güne erken başlamamız gerekirdi. Kahvaltıdan sonra yollara düştük. Karı – koca yürüyerek şehirleri keşfetmeyi sevdiğimizden “şehir dışında kalıyor” dedikleri Lychakiv Mezarlığı’na gitmek için taksi tutmayı tercih etmedik.

Botlarımızın altındaki karların ezilerek “kıııırt” sesi çıkarmasının zevkiyle sokak aralarında yürüdük. Yolumuzun üzerindeki bir üniversitenin önünden geçerken, öğrenci gençler de yollara düşmüş birbirleriyle şakalaşıyorlardı.

Sonunda Lychakiv Mezarlığı’na ulaşmıştık. Bu mezarlığa 1 dolardan daha az değere tekabül eden 25 Grivna ödeyerek girilebiliyordu.  “Mezarlığa parayla mı girilir?” diye şaşırabilirsiniz, ama bu sorunun cevabını Lychakiv Mezarlığı’na geldikten sonra kendiniz cevaplayabiliyorsunuz.

 

Mezarlar Sana Hayatımı Anlatsın

 

Lychakiv, mezarlık değil de, sanki Açıkhava sanat müzesiydi. Mezar taşları daha çok heykeller şeklinde yapılmıştı. ölen kişi askerse, asker büstü, müzisyense, işinin başındaki müzisyenin heykeli şeklindeydi. Mezarların üzerinde kiril alfabesini okuyamasam da, heykeller sayesinde orada kimin yatmakta olduğunu anlıyordum.

Bazı mezarlar ise müstakil ev gibi yapılmıştı. Heybetli bir yükselti ve içinde mezar olduğu anlaşılan alana giden merdivenler ve kapı...

Her bir mezarlığın üzerinde geceleri yakmak için olduklarını tahmin ettiğim lambalar duruyordu.

Lychakiv mezarlığı Ukrayna tarihi hakkında da bilgi veriyordu. Hangi sene savaş olduysa o sene birçok asker ölmüş, nizamlı bir şekilde yan yana gömülmüşlerdi.

1. Dünya Savaşı ve öncesi “Galiçya” olarak adlandırılan bugünkü Polonya ve Ukrayna sınırlarında yer alan bölgede olan savaşlarda ölen askerlerin mezarları da ayrıca seçilebiliyordu. Polonyalı askerlerin mezarlarında kırmızı-beyaz renkli kurdeleler bulunuyordu. Bugün Polonya bayrağına bakıldığında kırmızı – beyaz renkli olduğu görülür.

1830 yılında birçok askerin öldüğünü görünce, o sene ne savaşı olduğunu merak ederek araştırdım. 1830 yılında Polonyalılar Rus yönetimine son vermek için ayaklanmışlardı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu ayaklanma çok kanlı bitmişti. Bu mezarlar o ayaklanmada ölen askerlere aitti.

1. Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde ölen askerler için de çok düzenli mezarlıklar yapılmıştı. Elinde kocaman bir kılıç olan anıt da bu askerleri anmak için  yapılmıştı. Sağ tarafta Ukraynalı askerlerin, sol tarafta da Polonyalı askerlerin mezarları bulunuyordu. Omuz omuza bir cephede savaşan Polonyalı ve Ukraynalılar’ın tarihsel geçmişleri oldukça sıkıydı. Lviv, Polonya’ya yakın bir konumdaydı. öyle ki, Lviv’de yaşayan halkın büyük çoğunluğunun büyükbabaları, büyükanneleri Polonya tarafında kalmıştı.

Mezarlık ziyaretimiz bittikten sonra yürüyerek şehir merkezine doğru yol aldık. Lviv’e gelmeden önce araştırma yapmıştım ve Mons Pius adında bir restoranın oldukça övüldüğünü görmüştüm. Yemek için bu restorana gittik. İçerisi oldukça loştu. İçeride boş masaların olduğu salona geçtik. çantalarımız ve montlarımızla daha rahat oturmak için iki kişilik masa yerine dört kişilik masaya oturup oturamayacağımızı sordum. Garson kız olumsuz cevap verdi. Halbuki tüm masalar boştu. Bir anda müşteriler yığılsa bile dolmayacak kadar çok masa vardı.

İçerinin loş havası ise beni oldukça rahatsız etmişti. Menüyü okuyabilmek için eğildikçe eğiliyordum. Neredeyse telefonumun ışığını açıp menünün üzerine tutacaktım.

Duvarlardaki yağlı boya tablolar ruhlarla dolu bir şatoya gelmişim gibi hissettiriyordu. Elektriğinden öyle kötü etkilenmiştim ki, bir ara sipariş vermeden oradan ayrılmak istedim. Sanki oturduğum sandalyede benden önce oturanlardan biri ölmüş de, ondan kalan enerji beni rahatsız ediyordu.

Zar zor okuduğumuz menüden siparişimizi verdik. Tadı ortalama olan etlerimiz geldi. Kesinlikle abartılacak lezzette de değillerdi. Mons Pius’yu kimseye tavsiye etmem.

 

Yeni Yıl Festivali

 

Yemekten sonra Lviv Tiyatro ve Opera Binası’nın yolunu tuttuk. Yeni Yıl Festivali kapsamında opera binasına doğru minik, ters V şeklinde çatıları olan tahta stantlar yan yana kurulmuştu. Stantlarda ballı votkalar, hediyelik eşyalar, sosisler, çaylar, sıcak biralar, Orta Avrupa’nın meşhur tatlısı tredelnikler satılıyordu. Stantların arasına ipler gerilmiş, ortalarına ışıklı küreler asılmıştı. Alandaki çam ağacı şeklinde bistrolarda halk, stantlardan aldığı yiyecekleri atıştırıyordu. O kadar coşkulu ve soğuk havaya rağmen sıcacık bir ortamdı ki...

Lviv Tiyatro ve Opera Binası’na girdiğimizde içeride özenli giyinmiş bir kalabalıkla karşılaştık. öylesine barış dolu bir ortamdı ki, herhangi bir aramadan geçmeden kapıdan içeri girince ister istemez irkildik. “Ne kadar üzücü bir gözlem, aranılmadığım için şaşırıyorum” diye düşündüm.

Biletimizi görevli olduğunu anladığımız bir kadına gösterdik. O da önce solu sonra sağı gösterdi. Kendi dilinde bir şeyler söyledi. Hiçbir şey anlamadık. Meğer herkesin montlarını, paltolarını vestiyere bırakması zorunluymuş. Sol tarafı göstermesinin nedeni, vestiyere üstümüzdekileri bırakmamızı belirtmesiymiş. Biz de denileni yapıp, balkondaki yerimize kurulduk.

Salon hıncahınç doluydu. Duvarlardaki ve tavandaki figürler, kabartmalar, zarif kadın heykelleri beni heyecanlandırmıştı. çok geçmeden “Kuğu Gölü Balesi” başladı.

Aşkının peşinden giden bir prens ve onları ayırmaya çalışan kötü karakter... Balerinler öyle zarif hareketlerle bizi hikayenin içine katarak eritiyorlardı ki... Müzik de bir o kadar ruhumuzu besleyecek nitelikteydi.

Ara verildiğinde salondakileri incelemeye başladım. Yan balkondaki teyzeler, bizim ülkemizde apartmanda toplanan teyzelerin güne gitmesi gibi bale gösterisi izlemeye gelmişlerdi. çantalarından minik tek dikişte iç bardağı çıkarıp içkilerini doldurup içtiler, çikolata yediler, bir yandan da uyumlu bir biçimde konuşuyorlardı. O kadar çok özendim ki... Yaşlanınca ben de böyle olsam diye dua ettim. Tabii önce ülkemde sanatın değerinin anlaşılması gerekiyordu.

Gösteri bittikten sonra vestiyere gittik. Bize verdikleri demirden rakamı vestiyerdeki kadına teslim ettik. O da bize montlarımızı iade etti. ülkemizde her şey lüks olduğu için bu hizmetin devlet tarafından verilmesi ve herhangi bir ücret talep etmemeleri bizi oldukça şaşırttı.

çıkışta Yeni Yıl Festivali kalabalığına karıştık. Hamurun ince bir şerit halinde silindire sarılıp özel fırınlarında döndürülerek pişirildikten sonra arzuya göre şekerli tarçın, Hindistan cevizi, çikolata, fıstık, susam, fındık gibi çeşniler ile sıvanan tredelnik tatlısı standına gittik. Tarçın ve Hindistan cevizli sipariş ettik. İki tane de çay alıp çam ağacı şeklinde bistronun yanına gittik. O soğukta kaynar su ve sallama çay olan bardağımız elimize hafif bir ısı veriyordu.

Kalabalığı izleyerek tatlımızı yiyip, çayımızı hızlıca içtik. çayı biraz bekletsek hemen soğuyacaktı. İnsanlar mutluydu, yeni yıl geliyordu, çok ama çok güzel bir ortamdı... 

 

Devam Edecek...