


İstanbul’un sonbaharı hep biraz sanat kokar. Sararan yaprakların rüzgârla karıştığı sokaklarda yürürken, bir ses, bir renk, bir hikâye hep köşe başında sizi bekler. Bu yıl o hikâyenin adı “Üç Ayaklı Kedi”. 18. İstanbul Bienali, 20 Eylül – 23 Kasım 2025 tarihleri arasında şehrin kalbine yeniden sanatı yerleştiriyor.
Her bienalde olduğu gibi bu yıl da Beyoğlu–Karaköy hattı adeta bir açık hava galerisini andırıyor. Sekiz farklı mekâna yayılan bienal, her adımda yeni bir tını, her duvarda yeni bir ses bırakıyor. Ben de bu seslerin peşine düştüm; sabahın serinliğinde Elhamra Han’dan başladım yolculuğuma.
1827 tarihli bu yapı, bir zamanlar tiyatro sahnelerine ev sahipliği yaparken şimdi çağdaş sanatın en özgün örneklerini barındırıyor. Mona Benyamin’in ironik ve politik tınıları, Şafak Şule Kemancı’nın zamana direnen estetiği, Jagdeep Raina’nın hafızayı resimle kurcalayan üslubu… Elhamra’nın kapısından içeri adım attığınızda, geçmişin ruhu sizi selamlıyor.
Bienal rotamda ikinci durak, beni derinden etkileyen Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi oldu. Bugün “Tophane Mekân” olarak bilinen bu bahçede, sessizlik bir sanat eserine dönüşüyor adeta. Khalil Rabah’ın yerleştirmesi hem geçmişin travmalarını hem de doğanın kendi onarıcı gücünü hatırlatıyor. Güneş dallardan süzülürken, İstanbul’un gürültüsü bir anda uzaklaşıyor ve sadece o an kalıyor geriye.
Sonra adımlarım beni Meclis-i Mebusan 35’e götürdü. Burası bir dönem Studio-X İstanbul’a ev sahipliği yapmış; şimdi ise Eva Fàbregas, Pilar Quinteros ve VASKOS’un işleriyle yeniden nefes alıyor. Özellikle Fàbregas’ın organik formlarla dolu yerleştirmesi, mekânla izleyici arasında fiziksel bir diyalog kuruyor. Binaların da nefes alabildiğine inanasım geliyor.
Külah Fabrikası’na vardığımda, bienalin daha deneysel bir yüzüyle karşılaştım. Eskiden dondurma külahı üretimi yapılan bu mekân, Doruntina Kastrati ve Claudia Pagès Rabal’ın işleriyle farklı bir ritme bürünmüş. Endüstriyel izlerle çağdaş sanatın buluştuğu bu atmosfer, İstanbul’un geçmiş üretim belleğini bugünün sanatına taşıyor.
Bir sonraki durak Zihni Han. Karaköy’ün tarihî ticaret dokusunun ortasında, ilk kez sanatseverlere kapılarını açan bu han, Abdullah Al Saadi’den Elif Saydam’a uzanan geniş bir seçkiyle bienalin belki de en özgün duraklarından biri. Odalar arasında dolaşırken, malzemenin sınırlarını zorlayan işler beni hem şaşırttı hem düşündürdü.



Galeri 77’de Haig Aivazian, Ola Hassanain ve Mona Marzouk’un işleri karşılıyor beni. Binanın dört katı boyunca dolaşırken, bienalin politik damarını burada daha yoğun hissettim. Özellikle Aivazian’ın işleri, izleyiciyi sadece sanatla değil, günümüzün toplumsal meseleleriyle de yüzleştiriyor.
Muradiye Han’da Ana Alenso’nun yerleştirmesiyle karşılaştım. Zemin kattaki bu iş, malzeme ve enerji arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir deneyim sunuyor. Yüzeyde sade ama derin bir ifade gücü var.
Ve işte, günün sonunda vardığım Galata Rum Okulu… Bienalin son durağı, ama benim için en unutulmaz olanı. 1885’te inşa edilen bu yapı, sanki zamanın içinde donmuş bir hikâye anlatıyor. Restorasyon sonrası yeniden açılan okulda İpek Duben, Simone Fattal ve Akram Zaatari’nin işleriyle karşılaştım. Duben’in insanın kırılganlığını cesurca ortaya koyan çalışmaları, Fattal’ın şiirselliği ve Zaatari’nin belleğe dair duyarlılığı bir araya gelince, mekân adeta bir içsel yolculuğa dönüştü.
Rum Okulu’nun yüksek tavanlı salonlarında dolaşırken, sanki geçmişle bugün arasında görünmez bir köprüde yürüdüğümü hissettim. Belki de bienalin “Üç Ayaklı Kedi” teması tam da bunu anlatıyor: Eksik olanın, kırık olanın, ama yine de yaşamın içinde dirençle var olabilenin hikâyesi.
Bienal bittiğinde kendimi Galataport’un rıhtımında buldum. Paket Postanesi’nde bir kahve söyledim, Boğaz’ın tuzlu rüzgârını içime çektim. Sanatla dolu bir günün ardından, İstanbul bir kez daha bana şunu hatırlattı: Bu şehir, her köşesinde sanat barındıran dev bir sergi aslında.


Eğer siz de sanatı bir sergi salonunun duvarları arasında değil, sokaklarda, binalarda, insanların bakışlarında görmek istiyorsanız; bu yılki İstanbul Bienali tam size göre. Özellikle Fransız Yetimhanesi Bahçesi ve Galata Rum Okulu’nu mutlaka görün. Çünkü orada sanat sadece izlenmiyor, yaşanıyor.
Eğer siz de sanatı sokakla, tarihi binalarla ve İstanbul’un ruhuyla bir arada deneyimlemek istiyorsanız, bu yılki bienali kaçırmayın. Özellikle Fransız Yetimhanesi Bahçesi ve Galata Rum Okulu, sanatı derinlemesine hissetmek isteyenler için mutlaka görülmeli.
Son bir not: Bienal turunuzdan önce Galataport’taki Paket Postanesi’nde boğaz manzarasına karşı bir kahve içmeyi unutmayın. Bir yudum İstanbul, bir adım sanat…