EGE – AKDENİZ I

EGE – AKDENİZ I EGE – AKDENİZ I

Yıllardır “bir gün şuradan, iki gün buradan” diyerek yama yapar gibi günleri birbirlerine ekleyip fırsat yaratarak bir yerlere kaçmaya alışmıştım. Şimdi ise öyle bir fırsat bulmuştum ki, bayram öncesine bir hafta izni de ekledim mi, al sana neredeyse iki hafta olacak bir kaçamak şansı!

Ege – Akdeniz kıyılarını gezmek için tüm sezon bile yeterli olmasa da biz yettiği kadarını gezecektik. Rotamızı Ayvalık, Didim, Fethiye ve Kaş olarak çizdik.

Sabah erken saatlerde yola düştük. Ayvalık’a çanakkale üzerinden gidiyorduk. Yolumuzun üzerinde Assos Antik Kenti yer alıyordu. Günümüzde Behramkale Köyü’nde bulunan bu kent geniş bir alana yayılmıştı. Tepedeki Athena Tapınağı’nın Midilli Adası ve mavinin tonlarının yeşille buluştuğu noktalardan oluşan manzarası gözleri şenlendiriyordu.

Antik çağ’ın büyük düşünürlerinden Aristo’nun Assos’ta üç sene yaşayıp burada felsefe okulu kurması nedeniyle felsefe tarihi açısından da önem taşıyan Assos kalıntılarının varlığını ilk olarak 1521 yılında Piri Reis belirtmişti.  Fakat ülkemizdeki tarihi değerlerin yurtdışına çıkarılmasında bir sakınca görmediğimiz de su götürmez bir gerçekti!

1838 yılında Sultan II. Mahmut, Assos’un yüzeyindeki heykellerin büyük bir kısmını dönemin Fransa Kralı’na armağan etmişti. Şu an bu heykeller Louvre Müzesi’nde sergileniyor.

1881 yılında Assos’ta sistemli kazı çalışmaları başlatan Amerikan Arkeoloji Enstitüsü çıkardığı eserlerin bir kısmını Osmanlı Devleti’nin izniyle Amerika’ya götürmüştü. Şu anda bu eserler Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergileniyor.

Yurdumuzda kalabilen eserleri görmek için tepedeki tapınaktan aşağıya indiğimizde kocaman bir amfitiyatro ile karşılaştık. Bu amfitiyatronun manzarası o kadar güzeldi ki, hafif esen rüzgar eşliğinde Midilli Adası da izlenebiliyordu. Zaten Assos’u kuranların Midilli Adası’ndan gelen koloniler olduğu belirtiliyordu.

Döneminin en ünlü limanı olması nedeniyle güçlü bir kent olan Assos’tan ayrılıp Ayvalık’a doğru ilerledik.

Ayvalık’taki yazlıkta iki gün kaldıktan sonra tatilimizdeki bir sonraki rotamız olan Didim’e doğru yola devam ettik. Türkiye tarihi kültür mirasına sahip çok önemli topraklar üzerinde olduğu için yolumuzun üzerinde epey antik kent vardı.

 

Dünyanın İlk Reklam Tabelası Türkiye’de!

 

Kuruluşu Cilalı Taş Devri’ne, M.ö. 6000 yıllarına, dayanan Efes’te tarihe tanıklık etmek istedik. 2015 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescillenen Efes, İzmir’in Selçuk ilçesinde yer alıyordu.

Efes’i gezerken nasıl da döneminin ilerisinde bir şehir inşa ettiklerini düşündüm. Günümüzde bile dağa – taşa gidip tuvalet ihtiyacı görülürken, Efes’te o dönemde umumi tuvalet varmış. Yan yana deliklerin altında da atıkların gittiği bir altyapı düşünülmüş. Künk denilen, pişmiş topraktan yapılan su boruları ile şehirde sular taşınmış. Günümüzde bile künkler kullanılırken, Mö tarihin sayfalarında bu izlere rastlamak insanı şaşırtıyor.

Dünyanın ilk reklam tabelasının da Efes’te bulunduğunu duyunca panonun hikayesini paylaşmak için sabırsızlandım. Yerdeki taş tabelada bulunan ayak izi, dönemin en beğenilen kadınına aitmiş. Genelev işleten bu kadın, evin yerini tarif ediyor. Ayak izinin sol tarafındaki kalp, “aşk evini” simgeliyormuş. Sağ tarafta da göğüs dekolteli, taçlı kadın resmi,  ayağın sahibini tarif ediyormuş.

Tam karşısında Celsus Kütüphanesi yer alan genelevin aşağıdan gizli geçidi de mevcutmuş. Dönemin önde gelen ticaret adamları, politikacılar “kütüphaneye gidiyorum” diyerek, gizli geçitle karşıdaki geneleve geçerlermiş. İşleri bitince de kütüphaneden çıkarlarmış.

Efes gerçekten gidilmesi ve görülmesi gereken bir antik kent. Gezecek oldukça da fazla yeri olduğu için birkaç saatinizi ayırmanız lazım. Biz de kenti gezdikten sonra “yolcu yolunda gerek” diyerek Didim’e doğru yolumuza devam ettik.

Tüm sene boyunca çalışırken, hep tatilin hayalini kurmuştum. Kendimizi fazla yormamak adına birkaç gün dinlenmenin güzel olacağını düşünerek, Didim’de “her şey dahil” konseptli bir otele rezervasyon yaptırmıştık.

Bu otel ömrümde gördüğüm en kötü otellerden biriydi. Bu nedenle ismini paylaşmakta hiçbir sakınca görmüyorum ki, belki okuyanlara yararlı olur. Club Tarhan Beach adlı bu otelde iki katlı villalardan oluşan odalar mevcuttu. Odamıza geldiğimizde kanlı sivrisineklerin öldürüldüğü pis duvarlar, kanlı perdeler ve rutubetten kavlamış eski ahşap eşyalarla karşılaştık. Ellerimi hiçbir şeye değdirmek istemiyordum. Resmen pislikten midem bulanıyordu.

 

                                                       çok mu Büyük?

 

Banyoya girdiğimizde ıpıslak bir zeminle karşılaştık. Temizlik anlayışları tüm banyoya bir kova su atıp, bunu paspasla kurutmayı gerek görmeyecek şekildeydi. Klozet kapağı kapalıydı. Bir sürprizle karşılaşırım diye açıp bakmaya korkuyordum. Klozeti açma şerefini eşime devrettim. O da açar açmaz “Pööööfff” diye bağırınca ben de çığlık atmaya başladım. Gözlerimi kapatıp “Ne görüyorsun? Ne var orada? çok mu büyük?” diye saçmalamaya başladım. Sonra sesler kesildi. Gözlerimi açtım. Meğer kendisi beni korkutmak istemiş, tuvalette bir şey yokmuş.

Her şey dahil konseptte hiçbir şeyin olmadığı bu otelde şampuan bile yoktu. Duvarlara monte ettikleri sabunluklarda fosforlu pembe sıvı sabunumsu bir şey vardı. Onunla da saçlarımı yıkarken “dökülmezler inşallah” diye dua ediyordum.

Bize verdikleri bir kağıtta yemek ve ikram saatleri yazıyordu. Kağıdın altında ise girişte bir kereye mahsus olarak minibarın doldurulacağı yazılmıştı. Dolabı açtığımda içi boştu. Resepsiyonu arayınca dolduracaklarını söylediler. Bulanık mı bulanık olan ve her bir metrekareye üç kişinin düştüğü denize girip odamıza geldiğimizde barın üzerine konulmuş iki küçük kutu meyve suyuyla karşılaştık. Şaka yapıyor olmalılardı ama gerçekti. “Minibarı doldurma anlayışlarını” görünce artık otelden tamamen umudumu kesmiştim.

Yemek zamanı kırmızı et görmek hayaldi. Köfte ise kesinlikle et dışında her şeyi bilumum baharatlarla ihtiva eden bir karışım olarak sunuluyordu. Bir de öyle uzun sıra vardı ki, insan yemek yemekten vazgeçebilirdi. Metrobüste rastladığım ortama burada da rastlamıştım. Boş tabaklar servis alanına gelince anında bitiyordu. Bir boş tabağı kadının biri elimden kapınca bu ortamdan da oldukça nefret ettim.

Resepsiyona gidip verdikleri minik bir pike ile geceleri üşüdüğümüzü söylediğimizde yeni pikeyi odamıza yollayacaklarını söylemişlerdi. Odamıza gelince pikenin kapı aralığından yatağımıza fırlatıldığını anladık. Katlı bir şekilde yatağın üzerine koymak hizmetlerinin içinde yoktu.

Ne hizmet, ne ikram doğru düzgün olmayınca, iki gün boyunca yatarak dinlenme hayalimiz suya düştü. Otelden olabildiğimizce uzak kalmak bizim için en hayırlı iş olacaktı.

Ertesi gün öğle yemeği saatine yakın bir zamanda Milet Antik Kenti’ne doğru yola çıktık.

 

DEVAM EDECEK…