LVİV

LVİV LVİV

Soğuk mu soğuk bir ülkeye gidecektim. Bavulumu hazırlarken en kalın olan kazakları, polarları, termal içlikleri seçmeye gayret etmiştim. Sayılı gün çabuk geçerdi. Sonunda Ukrayna’nın kültür başkenti olan Lviv’e gitme günüm gelip çatmıştı.

Uçakla 2 saate yakın bir yolculuktan sonra bu karlı memlekete ulaştık. Evlerin çatılarındaki karlar üzerine pudra şekeri serpiştirilmiş tatlıları andırıyordu. Küçük havaalanında hemen pasaport sırasına girdik. Sıra bana gelmişti. Pasaportumu uzattığım memur hiçbir şey demeden eliyle sol tarafı işaret edip “vızırbızır” bir şeyler dedi. Ne dediğini anlamadım. İngilizce konuşmaya zahmet bile etmemişti.

Ortada duran bir memur benim odaya geçmemi söyledi. Bir odanın önünde çoğunluğu erkeklerden oluşan bir kuyruk vardı. İçeri girenler sorgulanıyor, sonra çıkarılıyordu. Pasaport kontroldeki memur tipini beğenmediğini odaya yönlendiriyordu. Benim tipimi beğenmemiş, eşiminkini beğenmiş olacaktı ki, onun sorunsuz olarak direkt pasaportunu damgalayarak ülkesine girmesine izin vermiş, beni ise sorgu odasına yönlendirmişti.

İçeri girdiğimde iki kadın polis memuru, kaç param olduğunu, kaç gün kalacağımı, dönüş uçak biletimi sordular. Nereden geldiğimi sorarken, bir de Türkiye haritası çıkardılar. üzerinde geldiğim yeri göstermemi istediler. Harita olmasa sanki “İstanbul” diyemeyecektim!

 

Ukrayna’nın Suflesi

 

Sorgulama bitince dışarı çıktım. Bavulumuzu alıp karla kaplı Lviv’e ayak bastık. Havaalanının dışında bir grup Türk erkeği ve Ukraynalı bir kız vardı. Gülüşerek sohbet ediyorlardı. Ukraynalı kız akıcı Türkçesi’yle “ülkede kız bırakmadınız. Hepsini Türkler aldı gitti” dedi. Büyük bir zafer kazanmış gibi kahkahalarla gülen erkeklerden biri, “Sen nereden Türkçe konuşmayı öğrendin?” diye sordu. Kız da, “Ukrayna’da ikinci dil Türkçe oldu. Hepimiz burada öğrendik. O kadar çok geldiniz ki!” dedi.

Fonda bu sohbet ile taksi ya da toplu taşıma aracı beklemeye başladık. Bomboş karla kaplı yoldan hiçbir şekilde bir araç geçmiyordu. “Buranın iftar saati de yok ki! Bizdeki iftar saati gibi yollar bomboş!” dedim.

Lviv’e gelmeden önce bu şehir ile ilgili gezginlerin yazılarını okumuştum. Havaalanında birçok taksinin olduğu, pazarlıkla en fazla 60 grivna verilmesi gerektiği konusunda hepsi ağız birliği yapmışçasına yazmışlardı.

Sonunda bir taksi göründü. Yanına gittik. “200 grivna” dedi. Döndük, yazılanlar gibi peşimizden gelir sandık. Ne de olsa müşteri de yoktu. Ama peşimizden gelen olmadı.

Sonra bekledik... Sonra beklemeye devam ettik... Yine bekledik... Karlar ayak tabanlarımı gıdıklarcasına üşütüyordu. Bir otobüs göründü ufukta. Eski mi eskiydi... Otobüs önümüzde durunca merkeze mi gittiğini sorduk. Şoför ne dediğimizi anlamadı.

Biraz önce erkeklerle konuşan kız otobüse bindi. Bize Türkçe karşılık verdi, “Kaza olmuş merkezde. Otobüsler oraya gitmiyor” dedi. Otobüs hareket ederken, Türk erkek grubundan biri koşarak otobüsün önünde durdu ve şoföre kapıyı açmasını işaret etti. Telefonunu çıkarıp kıza uzattı. “Telefonunu yazsana” dedi. Kız, “istemiyorum” dedi. Kapı kapandı ve Türk kardeşimiz umursamaz bir tavırla omuz silkti.

Beklemeye devam ettik ve sonunda eski bir taksi geldi. “100 grivna” dedi. Kabul etmesek gidecekti. Biz de kabul ettik ve otelimizin yolunu tuttuk. Yol boyunca tek kelime İngilizce bilmeyen şoför, “Marmaris, Side, Antalya” diye şehirlerimizi tekrarlayıp durdu. Sessizlik oluyor, sonra sessizliği şoför bozuyordu. “Marmaris, Side, Antalya”. Tamam anladık, herhalde oraya gittin diye düşünürken, yine “Marmaris, Side, Antalya”... “Eee ne olmuş ulan ne!” desem anlamayacaktı ki...

Neyse sonunda otelimize varmıştık. Eşyaları odamıza bırakıp karnımızı doyurmak için dışarı çıktık. Kumpel adlı bir restorana gittik. İçeride kocaman bira kazanları bizi karşıladı. Bira kazanlarının yanında bir masaya oturduk.

önümüze gelen menüyü incelediğimizde çok çeşitli yemeklerle karşılaştık. üstelik bu yemekler, Türkiye’dekinin yarı fiyatınaydı. Et fiyatları Türkiye’de altınla yarışırken biz çok makul bir fiyata biftek sipariş edebiliyorduk.

Tadı damağımızda kalan yemeği tatlıyla taçlandırmak istediğimizde ise dışarıdaki soğuk havaya inat içimizi ısıtmak istedik. Sıcacık bir sufle iyi giderdi!

Sufle siparişi verdim ama gelen tatlı üzerine pudra şekeri serpiştirilmiş, muhallebi tarzı bir şeydi. Siparişleri mi karıştırdıklarını sordum. Bana getirdikleri şeyin sufle olduğunu ısrarla iddia edince dedim ki, “ya onlar benimle kafa buluyor, ya da birileri bu tatlıyı sufle diye Ukraynalılara yutturup onlarla fena kafa bulmuş!”

 

Sürüler Halinde Dolaşan Türk Erkekleri

 

Ertesi sabah Lviv’in karlı sabahına uyanmıştık yine. Otel penceresinden sokağa baktığımda koşturan insanlar, tramvayın sıkıştırdığı trafik eşliğinde canlı bir şehir ile karşılaştım.

Kahvaltıdan sonra hemen kendimizi Lviv sokaklarına attık. Tabelalar Kiril alfabesi ile yazıldığı için hiçbir şey anlamıyordum. Okuma – yazma bilmeyenler gibi resim ve logolardan tabelalarda ne yazdığını çıkarmaya çalışıyordum.

İlk durağımız Lviv Tarihi Müzesi oldu. Bilet gişesinde sarı saçlarını tepesinde toplamış, koyu pembe rujlu, olabildiğince şık giyinmiş, yeşil fuları ve bilezik ile yüzüklerini takmış yaşlı bir bayan oturuyordu. Biletlerimizi bize sedefli ojeli tırnaklarının göz alıcılığı eşliğinde uzattı. Dayanamadım ve fotoğrafını çektim. Bu kadar yaşam dolu ve bakımlı olabilirdi bir insan.

Müzeye girdiğimizde her bir katında birkaç odanın olduğunu gördük. İlk gittiğimiz odada Ukraynalıların milli çalgılarından, mutfak kültürlerine, milli giysilerinden, silahlarına kadar her şey vardı. Yalnızca tüm sergilenenlerin yanında İngilizce açıklama olmaması sorundu. Hayal gücümüzü baya zorladık.

Her bir odada yaşlı kadınlar bizi karşıladı ve biz müzeyi gezip onların sorumlu oldukları odadan çıktıktan sonra onlar da ardımızdan ışıkları kapatıp tasarruf ediyorlardı.

Bir başka odada Hristiyanlık tarihi ile ilgili resimler vardı. “Ben-Hur” filminde izlediğim son sahneyi yaldızlarla işlenmiş olarak resimlerde görünce gözümün önünde olaylar yeniden canlandı.

Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi, yanında iki “suçlu”nun da onun gibi çarmıha gerilmesi, suçlulardan birinin Hz. İsa’ya iman etmesi ve sonrasında Hz. İsa’nın ona “cennetin kapılarının onları beklediğini” belirtmesi, Romalı askerin mızrağı Hz. İsa’ya batırarak ölüp ölmediğini kontrol etmesi...

Bir sonraki odada zamanın aristokratlarının yaptırdıkları portre yağlıboya tablolarını inceledik. Sanki portreler  canlanmış ve bizimle konuşuyordu. Işık açısı, renkler öylesine gerçekçiydi ki, her an birileri bu tablolardan çıkıp yanımıza gelecekmiş gibi hissettim.

Müze gezimiz bittikten sonra dışarı çıktık. Sokakta erkekten çok kadın vardı. Tramvayları süren vatmanlar da çok dikkat çekiciydi. Yaşlarını almış bakımlı vatmanlar sözsüz bir kuralmış gibi, “burada erkek çalışamaz, bu kadın işi!” diyordu sanki.

Arada bir Türkçe sözcükler kulağımıza çalınıyordu. Sürüler halinde dolaşan Türk erkeklerini gördükçe, imajımızın zedelendiğini düşünüyordum. Bu erkek sürüleri hiçbir şekilde müzede ya da kültürel bir etkinlikte  karşılaştığım insanlar değildi. Başkasının ülkesinde kadın peşinde koşarak bizi temsil eden tiplerdi. Yine bu erkek gruplarından biri çıkıp berbat İngilizcesi’yle bir adama yaklaştı:

“Eksküz mi bro, where iz çokolat fabrika?” (Bahar mısın gardaş, çokolat fabrikası nerde?)

Her neyse müze gezimizden sonra ertesi gece için “Kuğu Gölü Balesi” gösterisi için bilet almak üzere Lviv Opera ve Bale Salonu’na yakın bir dükkana girdik. Gişe görevlisi kadın koskoca salonda sadece birkaç yer kaldığını yer listesi üzerinden gösterdi. Orta sırada balkonda yer bulmanın sevincini yaşadık. Her akşam opera, bale gibi gösterilerin olmasına rağmen bu şehre yetmiyordu anlaşılan. Her akşam salon tıka basa dolu oluyordu.

Biletimizi aldıktan sonra bit pazarının yolunu tuttuk. 2. Dünya Savaşı’ndan kalma Nazi miğferleri, Sovyet Rusya asker başlıkları, gaz lambaları, eski fotoğraf makineleri...

Tarihte yolculuk yaparken acıkmıştık. Kryivka adlı bir restorana gittik. Bu restoran öyle alışıldık mekanlardan değildi. Bir kere yeri öyle herkesin bulabileceği tarzda değildi. Büyük bir tabelası ya da camekanı yoktu. Pasaj gibi bir yere giriliyordu. Ahşap bir kapı tıklatılıyordu. Gelenin yüzünü görmek için kapının minik bölmesi açılıyordu. “Password” (şifre) diyordu içerideki ses. Şifreyi bilmiyorsanız mekana da giremiyordunuz. Şifre “Slava Ukrayna” (Yaşasın Ukrayna) idi.

“Slava Ukrayna” dedik ve üzerinde asker üniforması, omzunda tüfeği olan, Fidel Kastro’ya benzeyen bir adam açtı kapıyı. Bize minik tek dikişte içiş bardaklarında ballı votka ikram edip eliyle içeriye davet etti.

Merdivenlerden loş mekana indik. Söylenenlere göre burası 2. Dünya Savaşı zamanında sığınakmış. 2. Dünya Savaşı zamanından kalma silahlar, aksesuarlar ve hatta atış poligonu bile vardı.

Bir masaya oturduk. Elimize hemen menüleri tutuşturdular. Rusya Devlet Başkanı Putin’den nefret ettikleri menüden okunuyordu. Menünün bir sayfasında Putin çıplak bir biçimde oturmuş, dizine de Rusya Başbakanı Medvedev’i oturtturmuştu.

Yemek siparişlerimizi verdik. Masa masa dolaşan keman çalan bir kız ile uda benzeyen bir çalgı aleti çalan bir adama çok güzel sesli bir kız eşlik ediyordu. Kız yanık sesi ile kendi dilinde şarkılar söylüyordu. Bizim masada da duygusal bir şarkı söyledi. Masamızdan ayrılırken, keman çalan kız bize söylenen şarkının bir aşk şarkısı olduğunu belirtti.

Kryivka’daki yemeklerimizden de memnun kaldık. Sığır eti ve çeşitli sebzelerden yapılan meşhur borş çorbasını da içmiştik. Enerjimizi aldığımıza göre Lviv’i gezmeye devam edebilirdik.

Uzun Zamandır Yaşadığım Mutsuzluk

 

Bir sonraki durağımız Lviv Kulesi’ydi. 15 grivna verip sayamayacağım kadar çok merdiven çıkarak ulaşılan tepe noktasında insan nefes alışverişlerini düzene koymak için dakikalarını harcıyordu. çıkılan merdivenler çok eski ve eğimli olduğu için, insan korkmuyor da değildi. Tepede ise gökdelenleri kıskandıracak bir manzara yoktu. Şehir zaten yüksek olmayan binalardan oluştuğu için çoğu binayı tepeden görebiliyorduk ama başka da bir özelliği yoktu.

Sırada Arsenal Savaş Müzesi vardı. Bu müzenin beni ve bilinçaltımı çok etkilediğini o gece rüyama girmesinden anlamıştım. Müzede dünyanın dört bir yanından gelen kılıç, kalkan, top, silah, tüfek, barut kutusu, savaş kıyafetleri vardı. “İnsanlar birbirlerini öldürmek için nasıl bu kadar kafa yormuş, bu enerjilerini daha yararlı şeylere harcasalardı” diye düşünmeden edemedim.

Gerçekten savaş aletleri çok korkutucuydu. “Nasıl karşımdaki insanı böcek gibi ezerim, lime lime ederim” dedirten cinsten. Camekanın ardında durmaları bile benim korkmamı önleyememişti. O gece rüyamda ise içine mermi yerine çivi yerleştirilen ve barutla doldurulan bir silahı kullanıyordum. Bana doğru gelenlere ateş ediyordum ama silah eski olduğu için ateş alması biraz zaman alıyordu.  

Kötü hissetmiştim insanlığın barbarlığı ile yüzleşince. Tatile moral ve enerji depolamak için çıkılırdı. Seratonin hormonuna ihtiyacım vardı. Lviv El Yapımı çikolata Fabrikası’nın yolunu tuttuk. Her bir katında el örgüsü dantel örtülerin serildiği masalar vardı. çok özenli  bir yerdi. çikolatalı tatlılarımızı yedikten sonra aşağı kata inip mağazayı dolaşmaya başladık. Her çeşit çikolatanın bulunduğu bu mekan, genel olarak yüksek fiyatlıydı. Turistleri de cezbetmesi ile fiyatlarını gereğinden fazla yükseltmelerine neden olmuştu.

Hava kararmış akşam olmuştu. Lviv’in geceleri nasıl olurdu peki? Pravda Beer Theatre’a gittik. Mekanın camından buz pateni ile kayan halkı izlemek hoştu. üflemeli çalgılarla canlı müzik yapan orkestra eşliğinde biralarımızı yudumladık. Orkestra güncel şarkılar çalıyor ve bizi coşturuyordu. Bir ara garsonlar ellerindeki çuvallardan boş pet şişeler çıkarıp masadakilere dağıtmaya başladılar. Ben böyle güzel fikir görmemiştim!

Meğer o pet şişeler o sırada çalan şarkıya tempo tutmamız içinmiş. Orkestradan bir müzisyen ayağa kalkıp pet şişeyi önündeki korkuluklara vurarak bizimle birlikte tempo tutunca uzun zamandır bu kadar eğlenmediğimi fark ettim.

Uzun zamandır yaşadığım mutsuzluk, Lviv’de yerini neşeye bırakmıştı.

 

Devam Edecek...