Yağmurlu Bir Günden Sonra Güneşin Geleceğini Bilmezsek Yaşayamayız

Yağmurlu Bir Günden Sonra Güneşin Geleceğini Bilmezsek Yaşayamayız Yağmurlu Bir Günden Sonra Güneşin Geleceğini Bilmezsek Yaşayamayız

Ünlü Yazar Luset Kohen, bir yazarın sahip olması gereken nitelikleri Klass’a anlattı...  

On Derin Ayak İzi, Enginar Mevsimi, Hasta Bakıcı, Şarlatan, Dahil ve Kor Sancısı kitaplarının yazarı ve Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nin Kurucusu Luset Kohen kariyerine Türkçe ve İngilizce olarak basılan City Plus dergisini çıkararak başladı. Bunun yanı sıra düşünce özgürlüğüne verdiği önemden dolayı Dünya Düşünce Özgürlüğü Günü’nün dünya literatürüne girmesi adına adımlar atan Luset Kohen bu konuda bir ilke imza atarak önemli bir başarı sağladı. Dünya Düşünce Özgürlüğü Günü bundan böyle 24 Mart tarihinde Luset Kohen sayesinde tüm dünyada kutlanacak. Ünlü Yazar Luset Kohen ile yazarlık serüveninin nasıl başladığını, yazarlıktan eğitmenliğe nasıl geçiş yaptığını, düşünce özgürlüğünü neden önemsediğini ve yazarlığın püf noktalarını Klass okurları için konuştuk.

Luset Hanım, yazdığınız kitaplarla Çağdaş Türk Edebiyatı’na önemli eserler kazandırdınız. Öncelikle yazma serüveninizin nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?
Benim yazma serüvenim 20’li yaşlarımda başladı. İstanbul’un turistik, kültürel mekanlarını Türkiye’ye gelen turistlere ve yabancılara tanıtmak amacıyla “City Plus” adında Türkçe ve İngilizce olarak bir dergi yayınlayıp orada makale yazıyordum. New York’ta Food & Mood adında life style bir dergi de çıkardım. Orada da benzer yazıları bu kez İngilizce yayınlamaya başladım. Her makalenin arkasında bir karakter unsuru ve şeflerle yapılmış röportajlar vardı. Mücevher tasarımcıları, özel işler yapmış olan mimarlar gibi hayata farklı katkıları olan insanlarla tanışma imkanı yakaladım. En sonunda hayat beni çok farklı bir yol ayrımına getirdi. Yazarlığa roman ile devam ettim ve sadece roman yazıyordum. Sonra roman yazma ile ilgili bilgi ve bulgularımı insanlarla paylaşmak adına eğitimlerime başladım.

“ÇOK İYİ HOCALARLA TANIŞMA İMKÂNIM OLDU”
Yazarlıktan eğitmenliğe geçerken bu alanda nasıl bir eksiklik gördünüz?
İnsanlar kendi başlarına kaldıklarında yol yordam eksikliğinden dolayı çok fazla vakit kaybedebiliyor. Ben bu konuda çok şanslıydım. İngilizce olarak kaleme aldığım ilk kitabım ile Harper Collins’in düzenlediği bir yarışmaya katılmıştım. 60 ülkeden 14 bin kişinin katıldığı bir yarışmaydı. Yarışmadaki tek katılım şartı eserin İngilizce olmasıydı. ‘Beni hiç tanımayan uluslararası bir jüri kitabımı okuduğunda acaba ne hissedecek?’ düşüncesiyle yazdığım bir kitaptı. Bu süreçte çok iyi hocalarla tanışma imkânım oldu. Stephen King, John Grisham bunlardan bazılarıydı. Bu yazarlar bize orada eğitim de verdiler. Onlardan ilham alıp üzerine kendi deneyimlerimi de ekledim ve bunu Türkiye’deki okuyucularıma nasıl ulaştırabileceğimi düşünmeye başladım. Yolculuğumun anlamı benim için buydu. Eğitim serüvenim bu şekilde başladı.

Atölyenize gelen, sizinle çalışmak isteyen kişilerde aradığınız bir kriter veya nitelik var mı?
Aradığım kriterlerden biri öğrencilerimin disipline hazırlıklı olmaları. Yazarlığa heves eden kişiler bu işin yalnızca ilhamla yürümediğini bilmeli. Bilgi, donanım, disiplin gibi unsurlar olmadan hayal gücü yeterli değildir. İrade gücünüz ancak disiplinle ortaya çıkabiliyor. Dünyaya haykırmak istediğiniz bir mesaj, bir bilgi, bir bulgu ya da size ait bir tecrübe var ise onun üzerine bir olay örgüsü döşeyerek insanlara aktarabilirsiniz.

“İÇİNDE NEGATİF CÜMLELERİN OLDUĞU KELİMELER İNSANLARI RAHATSIZ EDİYOR”
Yaptığınız uluslararası girişimlerle Dünya Düşünce Özgürlüğü Günü’nü kurdunuz. Düşünce özgürlüğünü neden bu kadar önemsiyorsunuz?
İnsanların düşüncelerini paylaşma konusundaki çekincelerini, kırılganlıklarını, karşı tarafı kaybetme korkularını görünce tüm bunları düşünerek “Keşke insanlar düşüncelerinde özgür olabilse” dedim. Karşı tarafı kırmadan bazı gerçekleri aktarabilme becerisi kişinin sözel ve düşünsel yeteneklerine bağlı. Bir kıyafet ya da renk konusunda bir kişiye “Bu sana yakışmamış” demek yerine “Ten rengine bu renk daha uygun, böyle bir şey dener misin?” diyebilmek bile çok önemli. İçinde negatif cümlelerin olduğu kelimeler insanları rahatsız ediyor. Doğru kelimeleri kullanarak düşüncelerimizi karşı tarafa onları kırmadan aktarabiliriz.
 
Bugün sizce nasıl kutlanmalı ve nasıl idrak edilmeli?
Tarihten beri insanoğlunun sahip olduğu böylesine köklü bir kavramın gününün kurulmamış olması şaşırtıcıydı. Bunun için dünya üzerinde ne bir kuruluş ne de bir şahıs başvuru yapmamış. Ben de bununla ilgili dünya arşivlerine bir dilekçe yazdım. Doğal olarak bana bugünün nasıl kutlanacağını sordular. Dünya Düşünce Özgürlüğü Günü sosyal medyada ‘bence’, ‘sanırım’ gibi etiketler ile kutlanabilir. Bu kelimeler içinde her zaman bir yanılma payı barındırsa da insanlara düşüncelerini açıklama imkânı sunar. Düşüncelerimizi karşı tarafın kırılmayacağı şekle getirip toplumun en küçük birimine kadar uygulayabildiğimiz zaman ancak anlaşabiliyoruz. İnsanlar anlaştıkça yeni rotalara birlikte yol açabiliyorlar.

Kitapları yazarken nasıl bir ön hazırlık süreci içine giriyorsunuz?
Ön hazırlık her şeydir. Öncelikle karşı tarafta uyandırmak istediğiniz hisleri belirliyorsunuz. Sonrasında bunu hangi ortamda yapacağımı seçiyorum. Karakterin sosyoekonomik ve kültürel yapısını ortaya koyuyorum. Eğer mekân ve zaman yoksa hiçbir hikâyenin içine giremezsiniz. İmrovisation dediğimiz bir teknik var. Bunun sayesinde okuduğumuz ve işittiğimiz şeyleri gözümüzde canlandırabiliyoruz. Çocukluğumuzdan beri masallar sayesinde bu egzersizleri yapmamış olsaydık, bize anlatılan masalları dinlerken orada gibi hissetmeseydik bu yeteneğimiz hiç gelişmeyecekti.

Bazı yazarlar yazılarını yazarken tamamıyla odalarına kapanırken bazıları bunu günlük yaşantılarının bir parça haline getirir? Peki, siz nasıl yazıyorsunuz?
Ben bu konuda bir denge sağladım. Bu dengeyi sağlamak elbette kolay olmadı. Fakat kapanmaya ben de çok inanıyorum. Bu kapanmaya kamp adını veriyoruz. Bazen dört ay boyunca bir kampa girer okyanusta ilerleyen bir yelkenli gibi aylarca kara parçası görmeden ilerlerim. Bazı alışkanlıklarınızı disipline etmeniz gerekiyor, Biraz fedakârlık yapmak şart. Siz orada çalışırken arkadaşlarınızın dışarıda eğlenmesi veya gezmesi sizi imrendirebilir ancak o esnada siz de kendinizi motive edebilirsiniz. Neticede yaptığınız işin sonunda alacağınız bir ödül var. İnsan biraz da ödül duygusu için de yaşayan bir varlık. Kıştan sonra baharın, yağmurlu bir günden sonra güneşin geleceğini bilmezsek yaşayamayız.

Kitaplarınızda salgın gibi felaketler yaşayan insanlığın tüm bunların üstesinden gelişini anlatıyorsunuz. Yazdıklarınızla insanlara umut da aşıladığınızı söyleyebilir miyiz?
1919-1920 yıllarında bütün dünyayı kasıp kavuran İspanyol gribi Avrupa’da ve birçok yerde 2,5 milyon insanın ölümüne sebebiyet verdi. Sonrasında 1940’lar yaşandı. 1950’de yeni moda akımlar başladı. 60’lı, 70’li yıllarda hippiler, o çok sevdiğimiz efsane rock grupları, Madonna ve Michael Jackson gibi artistler geldi. Mimaride yepyeni çığırlar açıldı, sanayi devrimleri oldu. Böyle bir felaketten sonra yine bunlar yaşandıysa demek ki önümüzdeki 30 yıl içinde dünya yeniden müthiş patlamalara şahit olacak. Bence insanlık artık dördüncü sanayi çağını yaşıyor. Dokunmatik sisteme geçiş yaptık. Teknoloji ve buluşlar gitgide farklı bir boyut kazanıyor. İnsan yine aynı insan ancak sistemlerimiz çok farklı. İnsanın yapabilecekleri her ne kadar çokmuş gibi görünse de pandemide ne kadar kısıtlandığımızı gördük.

Kor Sancısı sizce bir dizi olabilir mi?
Kor sancısı bir mini dizi gibi olursa harika olur. İnsanların dikkat gücünü de göz önünde bulundurursak çok uzun soluklu bir diziden ise kısa süreli bir dizi yapılmasını tercih ederim. İçinde doğru kadroyu, doğru mesajları ve atmosferi barındırdıktan sonra 6-8 bölümlük mini dizilerin günümüzde ideal alt yapılar. Kor Sancısı sinematografik bir dil ile de yazıldığı için çok böyle bir proje için çok uygun olabilir diye düşünüyorum.



 

Lüset Kohen