Türk modasını bir dünya markası haline getirmek için çıkılan yolda 33 yıllık bir Best Model serüveni, Türk dizi ve sinema sektörüne kazandırılan 147 yıldız isim, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın kendi kontenjanından verdiği Fransa liyakat madalyası ile taçlanan Avrupa’da sanat ve moda camiasında sahip olunan uluslararası itibar; dile kolay, şarkılarla, sanatla, moda ve yıldızlarla geçen dopdolu bir 82 yıl. Bu onur ünlü Organizatör Erkan Özerman’a ait. 1960’lı yılların çalkantılı günlerinde Ankara radyosunda başlayan kariyer serüvenine sayısız madalya ve ödül sığdıran, yıllar içerisinde eleştirmenlik ve gazetecilik yapan, düzenlediği organizasyon ve yarışmalarla birçok isme şöhretin kapılarını aralayan ve diplomasi dünyası ile de yakın ilişkiler kuran Erkan Özerman ‘Ben bütün bu başarılarıma rağmen perdenin arkasında kalmak istedim çünkü Türkiye'de başarıya çok büyük ceza var’ diyen bir isim aynı zamanda. Best Model of Turkey’in Kurucusu, ünlü Prodüktör, Sanatçı Menajeri ve Organizatör Erkan Özerman ile aile köklerini, Best Model’in kuruluş hikayesini, geçmiş anılarını ve geleceğe dair beklentilerini Klass okurları için konuştuk.
Erkan Bey, ailenizi ve köklerinizi bilen biliyor ama öncelikli olarak bize genç nesil ve Best Model yarışmasına katılanlar için sizi ve köklerinizi tekrardan daha iyi anlatarak sohbetimize başlayabilir miyiz?
Ailemin köklerini dokuz nesle kadar biliyorum. Babamın ailesinin Kastamonu’dan İstanbul’a gelişi 1700 senesinde gerçekleşti. Kastamonu o dönemde Anadolu’nun en büyük şehriydi. O kadar büyüktü ki İstanbul’a sınırı vardı. Üsküdar’ın bittiği yerde Kastamonu başlıyordu. Bu ailenin ileri gelenlerini ben çok zaman büyüklerden öğrenemedim. İkinci Abdülhamit devrinde bir anayasa yapılmasını isteyen bütün entelektüeller sürüldü. O sürülenlerden birisi de Hamidiye’nin en genç ve en modern subayı babamın babasıydı. Kendisi Rodos’a liman reisi sıfatıyla sürüldü. Babam, babasını hiç tanımadan veremden hayatını kaybetti. Annesini de zor hatırlıyordu. Kendisine sahip çıkan tek kişi dedesiydi. Ne yazık ki babam 12 yaşındayken dedesi de vefat etti. Babamın dedesi de İstinaf Mahkemeleri Reisi Talat Paşa’ydı. Babamın dedesinin babası da İstanbul Şehremini Pepe Salih Paşa, onun da babası Sultan Abdulaziz’in Zaptiye Müşiri bir Mareşaldi. O görevdeyken Sultan Abdulaziz’i öldüremediler. Görevinin başına üçüncü kez geldikten sonra 95 yaşında masa başında vefat etti. Onun için muazzam bir tören yapıldığı tarih kitabında yazılıdır. Hem Müslümanlar hem de Gayrimüslimler törene katılarak kendisini ebediyete uğurladı. Bu bilgileri ben de bilmiyordum. En enteresan tarafı ben Galatasaray Lisesi’nde orta bir veya orta ikinci sınıfı okurken çok önemli bir beyefendinin ailesi beni bularak Çamlıca’daki çok büyük bir konağa davet ettiler. Bana ‘Biz babanı ve seni arıyorduk, bunu Kıbrıs’taki vakıflara bildirmek lazım.’ dediler. Sadrazam olan dedem Bayraktar Camii’ni yaptırmış ve arkasında büyük bir mülk bırakmış. Baba tarafım Kastamonu’lu. Anne tarafım hakkında da annemin kuzeninin yazmış olduğu bir kitaptan bilgi edinme fırsatım oldu. Annem bir Çerkez’di. O kitapta Kafkasya’dan ne kadar zor şartlar altında geldiklerini okudum. Çok acıklı bir hikayeleri var. Anne tarafını da üç nesil olarak biliyorum. Annem de babam gibi babasını savaşta kaybetmiş bir yetim. Anneannem iki erkek çocuğu ve o zamanlar küçük bir kız çocuğu olan annemle Sultan Abdulaziz’in verdiği tarlalarda hayatını idame ettirdi. Bize dedelerimizden hiçbir şey kalmadı. Babam Türkiye’nin ilk mühendislerindendir. Her şeye sıfırdan başladı. Onun da dört beş arkadaşı ve onların çocukları da benim arkadaşımdır.
‘BİZ HER NE KADAR GİDİP GÖRSEK DE O ÜLKELERDE YABANCIYIZ’
Dünyada sayamayacağımız kadar çok şehre gittiniz. Tabir-i caizse her yeri gezdiniz. Fransa adeta ikinci vatanınız oldu. Farklı kültürleri yaşayarak deneyimleme şansına sahip oldunuz. Bize bu seyahatlerinizin size neler kattığından da bahsedebilir misiniz?
Ben Fransa için ikinci vatan sözcüğünü kullanmıyorum. Biz her ne kadar gidip görsek de o ülkelerde yabancıyız. Babama verilmiş bir sözüm vardı. Ona ‘Hiçbir zaman pasaportumu değiştirmeyeceğim.’ demiştim fakat günümüz şartları beni çok zorladı. Şu anda 13 tane pasaportum var.
Hayatınızda ne olmayı hayal ediyordunuz. Bugünkü konumunuzla hayalleriniz örtüşüyor mu? Ünlü bir organizatör olup Best Model gibi bir yarışmanın kurucusu olmak hayaliniz miydi? Yoksa hayat mı size bu günlere getirdi.
Politik dünyada, diplomatik dünyada, sanat dünyasında üç nesille çalıştım. 1958 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirip Ankara’ya, üniversite eğitimim için geldiğimde gazeteciliğe de başladım. Ankara’nın o zamanki tek gazetesinde tiyatro ve sinema kritiği yapıyordum. Aynı zamanda magazin muhabiriydim. Galatasaray Lisesi’nden çok iyi yetiştirilmiş bir şekilde mezun oldum. Benim ömür boyunca teşekkür ettiğim, büyük borçlu olduğum insanlar Galatasaray Lisesi öğretmenleridir. Henüz lise öğrencisiyken tiyatro ve sinema kritikleri yapıyordum. Magazin muhabirliğimi 60 senedir bırakmadım. Best Model’ın benim hayatımın en önemli parçası olan müzik ile aslında bir ilgisi yok ancak bunun da bir sebebi var. İnsanların havaya, suya ve ekmeğe muhtaç oldukları bir dünyada ben bir de müziğe muhtacım. Ben çocukluğumda radyo evinde yetiştim. 1960 yılındaki ihtilalde radyoya çıkacak kimse kalmadı. Gencecik, 20 yaşında bir çocuk radyoda günde 14-16 saat çalışıyor. İşte o çocuk bendim. Komutanlar bana ‘çocuk’ diye sesleniyordu. Beni Mahmut Tali Öngören’e teslim ettiler. Radyoculuk mesleğini de ondan öğrendim. TRT ilk canlı yayını kapalı devre olarak yaptı. Milletvekillerine ve Ankara’nın önde gelen kişilerine televizyonun ne olduğunu anlattı. Dolayısıyla bir program yaparak başladı. O programın takdimcisi bendim. Benim de sunduğum sanatçı Dario Moreno’ydu. Çok güzel iki şarkı okudu. Şarkılardan birisinin sözleri bana aitti. Kısacası benim moda dünyasıyla o zamanlar hiçbir ilişkim yoktu.
Devamı ve daha fazlası Klass Magazin Ocak sayısında...