Aslında sanata olan ilgim çocukluğumda başladı diyebilirim. 20 yaşımdayken Paris’te tesadüfen Georges Michael’ın “Too Funky” klibinde oynamıştım. Georges Michael yakın geçmişte aramızdan ayrıldı. Pek bir şey anlayamasam da bir çekimde yer almak hoşuma gitmişti. Zamanla kendimi bilgi anlamında donatmak ve entelektüel bir insan olmak istedim. Bu konuda beni yönlendiren hiç kimse yoktu. Dört sene sonra bu amaçla, kendimi geliştirmek için tiyatroya girdiğimde ‘evet burası benim evim, ailem ve hayatımın sonuna kadar oyunculuk yapmak istiyorum’ dedim. Tiyatroda kendimi buldum, oradaki insanlar ikinci ailem oldu, beni sahiplendiler ve yönlendirdiler. Tiyatro beni birçok konuda doldurdu. Onun sayesinde kitapları anlayışım, edebiyata yaklaşımım değişti. Olmak istediğim karakteri keskinleştirdim. O zamandan itibaren kendimi daha iyi ifade etmeye başladım. Paris gibi bir yerde büyüdüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. Çevrenizden birisi sizi elinizden tutup tiyatroya veya bir filme götürebiliyor veya size bir kitap uzatabiliyor. Onu okumadığınızda trende uyum sağlayamadığınızı hissediyor ve onu hemen okumaya başlıyorsunuz. Fransa’da bir bilgi sahibi olma yarışı var. Kültür orada hücrelerinize kadar işliyor. Çocukluğum ve gençliğim Paris’te geçtiği için sanata merakım hep vardı. Bu yüzden her dalıyla ilgiliyimdir.
Dünyanın en önemli okullarından eğitimler alarak Türkiye'ye geldiniz. Fransa'daki oyunculuk anlayışıyla Türkiye'deki arasında farklar var mı?
Şöyle anlatmaya çalışayım: Fransızca oynarken fazla üstüne giderseniz çok romantik kaçabilir. Özellikle bağırılıp, çağırılan ve ajitasyonu olan sahnelerde daha minimal, daha yalın oynamakta fayda var. Seyirci Türkiye’de daha renkli oyunculuğu tercih ediyor ama bu bazen de yönetmenin bakış açısıyla değişebiliyor. Ama artık global bir izleyici oluşmaya başladığı için oyunculuk anlayışı da ona göre evrilmeye başladı. Aslında farklı dillerde oyunculuk yapmakta fayda var. Günümüzde tek dilde oynama gibi bir durum söz konusu oldu. Bu tarz oyunculuğun örnekleri var. Farklı ülkelerden karakterler kendi aksanlarında İngilizce konuşuyorlar. İnsanlara farklı dillerde oynama imkânı da verebilirseniz sizin de yelpazeniz genişliyor. İleride İngilizce dizilerde oynama mecburiyetinde kalacağımızı düşünüyorum.
Sanatsal anlamda zorluklar ya da uyuşmazlıklar yaşadığınız anlar oldu mu?
Oldu tabii ki. Ama bunların da bana çok faydası oldu. Ülkemizin dizi ve sinema sektörüne farklı bir yaklaşımı vardı ama her iki tarafın birbirinden öğrenecek çok şeyi var diye düşünüyorum. Dijital platformlar dünyaya daha hızlı açılmamıza yardımcı olduğu için artık bazı şartlara mecburen uymak gerekiyor. Bu durumun sektörümüzün kalitesini bir yandan yükselttiğini düşünüyorum. Artık belli bir standarda uyacağız.
Tiyatro, sinema ya da dizi oyunculuğunda duygusal yoğunluk aynı mı sizin için?
Tabii ki farklı ama ikisinden de keyif alıyorum diyebilirim. Tiyatroda anlık tepki almamız ve 1,5-2 saat içinde derdimizi anlatmamız bize yoğun duygular yaşatıyor. Ayrıca sahne sadece oyuncuya kalıyor, kimse dışarıdan müdahale edemediği için daha özgür bir alana sahip oluyorsunuz. Canlı ve hisleri çok yoğun bir atmosferde oynuyorsunuz. Sinemada her şey yönetmenin elinde olduğu için onun dünyasına girip yaşamak ayrı bir duygu yaratıyor. Onun kafasındaki bir parça olup yapbozunu birleştirmek de çok duygusal bir durum. Yaşadığınız yoğun enerji filmin okuma provasından çekimlerine hatta galasındaki ilk gösterimine kadar sizde ayrı bir heyecan yaratabiliyor.
Bugüne kadar oynadığınız rollerde kendinizle içselleştirdiğiniz ya da kendinize yakın hissettiğiniz roller oldu mu?
Oynadığım rollerin hepsini içselleştiriyorum. Oyunculukta en sevdiğim an sete girmeden önceki o arayıştır. O arayışı çok seviyorum. Karakterimin yürüyüşünü, hareketlerini, psikolojik yaklaşımlarını çok seviyorum. Senaryoyu okuduğumda o role ne kadar uzak hissetsem de ona yaklaşır, onunla dans eder, gezerim; konuşurum, güler eğlenirim. Yani bütün karakterlerimi içselleştiririm ve böylece kendime yakın hissederim. Ama setten çıktığım an, kendime döner ve ben olurum.
Yakın zamanda sizi yeni projelerde görecek miyiz?
Evet, Alper Altuğ’un paralel evren konulu “Doğum” filminde çift karakterli, Raif adında bir rolü canlandırıyorum. Cansu Boğuşlu’nun “Bulutlardan aşağı” isimli kısa metraj filminin de çekimlerini yeni bitirdik. Projenin çekimleri Kapadokya’da yapıldı. Orada da bir baba-kız ilişkisi anlatılıyor. “Bulutlardan Aşağı” çok sevdiğim bir kısa metraj film oldu. Bunların dışında beni şu anda Gain’de yayınlanan Özcan Deniz’in “Senkron” dizisinde izleyebilirsiniz. Bir de eşimle YouTube’ta 5 bölümlük bir mini dizi olan “Dünyayı Kurtaran Kadın”ı yayınladık.
Kısa bir süre önce dünyaevine girdiniz. Evliliğiniz nasıl gidiyor? Baba olmayı düşünüyor musunuz?
Evlilik çok iyi gidiyor. Biz Tuğçe’yle çok güzel bir aile olduk ve tabii ki çocuk istiyoruz. Çocuk sevgisi insanın içinde olan bir duygu. Her insan günü geldiğinde bu hissi tatmak ister. İnsan bu dünyadaki varlığını anlamlandırmak için neslini devam ettirmek istiyor. Bir yandan da çevremizde olup bitenleri gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz. Dünya aslında bakarsanız güneşi, denizi, hayvanları ve havasıyla çok güzel bir yer. Ama ben insanların oluşturmuş olduğu düzene eleştirel bakıyorum. Tabii ki dünyadaki nüfus her geçen yıl daha da artıyor. Birbirimizle anlaşmak için birtakım kurallar, sistemler geliştirdik. Çocuk sahibi olmanın büyük bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Bu tür sorulara nasıl cevap verebileceğim konusunda kendim kendime sorular sorduğum oluyor. Bir yandan da çok da kaygıya kapılmamam gerektiğini düşünüyorum. Eğer bir gün baba olursam çocuğumun iyi bir insan olması için elimden gelen her şeyi yapacağım. Sevgi dolu ve iyilik dolu bir aile kuracağıma inanıyorum. Şu anda iki tane kedim var. Şimdilik onlara babalık yapıyorum. Çocuk konusunu eşimle akışına bıraktık. Yani bu konuda herhangi bir plan yapmıyoruz.
Sinema ve dizi sektörünün geçirdiği dijital dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bildiğiniz üzere tiyatro şu anda çok zor bir dönem geçiriyor. Geçen sene 12 Mart’ta son oyunumuzu oynadık. O günden beri bir daha sahneye çıkamadık. Ben “Çıplak Vatandaşlar” oyunuyla tekrar sahneye çıkmak istiyorum. 14 oyuncu, arkalarında da 15 kişilik bir teknik ekip var. Tiyatrolar açılsa bile bizim çıkmamız mümkün değil. Bu projeyi dijital platformlarda da yayınlamak istemiyorum çünkü görsel üzerine kurulmuş bir oyun; çok büyük bir dekoru, acayip derecede özenilmiş kostümleri ve ışıkları var. Bu yüzden de daha çok bekleme taraftarıyım. Bahsettiğim dünya ve varoluş ile ilgili endişelerimi Tuğçe kâğıda döktü ve oynadı. Bana da bunları çekmek düştü. YouTube’taki “Dünyayı Kurtaran Kadın” projemiz böyle gelişti. Bilim-kurgu temalı minik bir dizi oldu. İsmini çok seviyorum. Bence çok güzel bir isim oldu. İçinde gündemimizle de alakalı küçük göndermeler var. Onlar da çok hoş oldu. İzlenme oranları çok yüksek olduğu için devamını da çekmeyi düşünüyoruz. İkinci sezonunu da çekiyoruz. Dizinin başka dijital platformlara transfer olmasını elbette isteriz.
Bugüne kadar bu rolü ben oynamalıydım ya da ben oynamayı çok isterdim dediğiniz bir rol oldu mu?
Gözüme çarpan öyle bir rol olmadı. Zaten oynayan aktöre güvenilmiş ve o rol ona verilmiş. O saatten sonra yapacak bir şey yok. Bu yüzden böyle şeyler aklıma hiç gelmiyor.
Bir oyuncu olarak formunuzu korumak için neler yapıyorsunuz?
Bir oyuncu olarak sürekli formumuzu korumak zorunda değiliz. Sinema ve dizi dünyasında her türlü fiziksel özelliğe sahip oyuncuya yer var. Ben formumu sadece kendim için koruyorum. Sporu da çok seven bir insanım. Spor yaptığım için istediğimi yiyebileceğimi düşünüyordum. Ancak durumun böyle olmadığını öğrendim. Bedeniniz ve bünyenizi iyi tanımazsanız yanlış beslenirsiniz. Bu yüzden kendinizi tanımanız gerekiyor. Bu konuda size yardımcı olan insanlar var. Bir de kırk yaşından sonra metabolizmanız çok iyi çalışmıyor. Bu yüzden gençken yediğiniz bazı yiyecekleri kesmeniz gerekebiliyor. Bunu da bilmiyordum. Günlük öğün sayımı da azalttım.
Bu zamana kadar hangi sporlarla uğraştınız?
Oyunculuktan önce futbol kariyerim vardı. 15-20 sene futbol oynadım. Futbol dışında tenis de oynuyorum, kayak yapıyorum. Bunlar insanlara elit sporlar olarak gelebilir ancak benim büyüdüğüm ve yetiştiğim ülke olan Fransa’da bunlar hiçbir zaman elit sporlar olarak görülmüyor. Fransa’da okula ilk gittiğimde bana bir tenis raketi uzattılar. Ben onun ne olduğunu bile bilmiyordum. Tenis raketinin ne olduğunu ağabeyimden öğrendim. Okulda bizi otobüse bindirip dağlık bir yere götürdüler ve kayak yaptırdılar. Mutfakta yemek yapmayı da öğrenmiştik. Benim böyle bir eğitim almam bana çok şey kattı diyebilirim. Bir milyarderin oğlu da, asgari ücretle mütevazı bir yaşam süren bir insanın oğlu da aynı okula gidiyor. Keşke dünyadaki bütün çocuklar eşit şartlarda eğitim alabilse.
Oyuncu olmasaydınız hangi mesleği seçerdiniz?
Ben küçükken pilot olmak istiyordum. Okul bizi 14 yaşındayken mesleki bir fuara götürmüştü. Orada Hava Harp Okulundan çıkmış Fransız bir pilot vardı. ‘Pilot olmak istiyorsanız öncelikle sağlıklı olmanız ve iyi görmeniz gerekir.’ dedi. Benim o an gözlüğüm vardı. Beni göstererek ‘Mesela bu çocuk asla pilot olamaz.’ dedi. Böyle küçük bir travmam oldu. Halen uçaklarla ilgileniyorum ama yine de ‘İyi ki oyuncu olmuşum.’ diyorum. Çünkü oyuncu olarak pilot olabilirim ama pilot olarak oyuncu olamam. Pilotlara çok büyük bir saygım vardır. Pilot bir arkadaşım olduğu zaman ona çok soru sorarım.
Giyime karşı özel bir ilginiz var mı?
Giyinmeyi eskiden daha çok severdim. Günümüzde eskisi kadar olmasa da modayı halen takip ediyorum. Moda benim için bir sanat. Paris’te harçlığımı çıkarabilmek için küçük işler yapıyordum. Karl Lagerfeld’in Chanel döneminde oradaydım. Moda haftasında oradaki makyözün şoförüydüm. O zaman modanın ne kadar önemli bir şey olduğunu anladım. Moda bana göre dizi-film sektörü adına da çok önemli bir alan.
Canlandırmak istediğiniz bir rol veya özellikle yer almak istediğiniz bir proje var mı?
Kapasitemi zorlamayı ve kendi kendimi heyecanlandırmayı çok seviyorum. Varoluşla ilgili, hayatta kalma ile ilgili senaryosu olan, çarpıcı filmler beni her zaman heyecanlandırmıştır. Böyle projelerde yer almayı her zaman istemişimdir.
Fransız sinemasını mı Türk sinemasını mı daha başarılı buluyorsunuz?
İki sinemayı da başarılı buluyorum. Türk sinemasında Nuri Bilge Ceylan filmlerinin hepsini çok seviyorum. “Bir Zamanlar Anadolu’da” benim en beğendiğim ilk 10 filmin içine girer. Ama Fransız sineması özellikle 68 kuşağı ile çok büyük bir devrim yarattı. Bağımsız yönetmenler Fransız sinemasını ayakta tutmuştur. Türk sinemasında da “Vavien, Selamsız Bandosu, Bir Zamanlar Anadolu’da, Susuz Yaz, Gemide, Takva” muhteşem filmler.
Röportaj: Sevda Kama, Yavuz Kaynar
Fotoğraf: Mert Can Alşahin
Stil Danışmanı: Damla Zavur
Kıyafet: Emre Erdemoğlu, Gökhan Yavaş
Mekan: Park Hyatt Istanbul Maçka Palas